Hak din olan İslâm'ın son peygamberi (Hicretten
önce 53-H.11/571-632).
Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği:
İnsanlığı hakka ve hakikata sevkedip dünya
ve ahiret saadetlerini sağlamak üzere Allah Teâlâ tarafından gönderilen
peygamberlerin sonuncusu ve alemlerin rahmeti olan Peygamber Efendimiz,
genellikle kabul edildiğine göre 20 Nisan (12 Rabiulevvel) 571 Pazartesi
günü Mekke'de doğdu. İslâm tarihi kaynakları, Hz. Peygamber'in
nesebi ta Hz. Adem'e kadar sıralanan Şecere tabloları ile
belirlemişlerdir. Bu kaynaklarda Hz. Peygamber'in yirminci göbekten atası
olan Adnan'a kadar ittifak edilmiş, ancak Adnan'dan sonra verilen isimlerde
bazı farklılıklar ortaya çıkmıştır. Ama
O'nun Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail soyundan olduğunda
şüphe yoktur. Buna göre Adnan'a kadar Rasûlullah'ın şeceresi
şöylece sıralanır: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib b. Hâşim
b. Abdümenâf b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b. Gâlib b. Fihr
b. Mâlik b. En-Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b.
Nizâr b. Me'add b. Adnan.
Hz. Peygamber'in doğumundan iki ay kadar önce babası
Abdullah, ticarî bir seferden dönüşünde Yesrib (Medine)'de vefat etmişti.
Annesi Amine, Kureyş Kabilesinin kollarından Benû Zühre'nin reisi
Vehb b. Abdümenaf'ın kız idi. O sıralarda Mekke eşrafı,
çocuklarını çölde bir süt anneye vererek emzirme âdetine sahip
oldukları için Hz. Peygamber, kendi annesi Amine tarafından ancak bir
kaç kez emzirilmiş, süt anneye verilinceye kadar da amcası Ebu
Leheb'in cariyesi Süveybe, O'na süt annelik yapmıştı. Daha
sonra Mekke'ye komşu çöllerde yaşayan Hevâzin kabilesinin kollarından
Benû Sa'd'a mensup Halîme bint Ebî Züeyb, uzun süre Hz. Peygamber'e süt
emzirmiştir. Mekke eşrafı tarafından Mekke'nin
ağır ve sıcak havası çocukların gelişimine ve
sağlıklarına zararlı görülüyor; ayrıca hac münasebetiyle
her kesimden insanla temas halinde bulunan Mekke'de arap dili, yabancı
tesirler altında kalabildiğinden, fesahat ve belâğata önem
veren Mekkeliler çocuklarının dili öğrendikleri ilk
yıllarının Arapçanın saf ve bozulmamış
şekliyle ve olanca fesahat ve belâgatıyla arı duru
konuşulduğu badiyelerde geçmesini gerekli görüyorlardı. Bu
bakımdan Araplar arasında fasih Arapçaları ile ün yapmış
Benû Sa'd kabilesi arasında yaklaşık ilk iki buçuk yılını
geçiren Hz. Peygamber, ileride üstleneceği ilâhî risâlet görevi için
hem bedenen, hem de ruhen burada hazırlanmış oluyordu. Hz.
Peygamber'in kırk yaşından itibâren yürüttüğü İslâm'a
davet vazifesi, kabul etmek gerekir ki, aslında meşakkatli, yorucu,
bir takım sıkıntıları olan mukaddes bir vazifedir.
İşte bu yorucu ve meşakkatli görevi lâyıkıyla yerine
getirebilmek için sağlam ve sıhhatli bir bünyeye sahip olmak
gerekiyordu. Hz. Peygamber, böylelikle çocukluğunun ilk
yıllarında Mekke'nin boğucu sıcak ve sıtmalı
havasından uzaklaşmış, suyu ve havası güzel bâdiyede
sağlıklı bir şekilde gelişme imkânını
bulmuş oluyordu. Diğer taraftan güzel konuşmanın kitleler
üzerindeki etkisi malumdur. İleride muhtelif insan kitlelerine muhâtap
olacak bir peygamberin şüphesiz iyi bir dil bilgisine sahip olması ve
dili, davasının uğrunda en iyi şekilde kullanması
gerekiyordu. İşte bu yönlerden Hz. Peygamber henüz çocukluğundan
itibâren davet faâliyeti için hazırlanıyordu. Yalnız kendisi
henüz o sıralarda ileride peygamber olacağı konusunda hiç bir
bilgiye sahip olmadığından, bu hazırlanma O'nun bizzat
iradesi ile ve bilerek olmayıp, Cenâb-ı Hakk'ın yönlendirmesi,
kontrol ve murâkabe altında tutması şeklinde cereyan ediyordu.
Peygamber Efendimizin süt annesi Halime'nin yanında iken vukû bulan
"Göğsünün yarılması" (Şerhu's-Sadr veya
Şakku's-Sadr) olayını da yine davete hazırlık olarak
değerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamber'in göğsü, görevli
iki melek tarafından yarılmış, kalbi çıkarılarak
Şeytanın ve nefsin tasallut ve saptırmasından
arındırılmış ve Zemzem'le yıkanarak tekrar yerine
konulmuştur. Böylece Hz. Peygamber, rûhen davete hazırlanmış
oluyordu.
Şerhu's-sadr olayından sonra süt anne halime tarafından
Mekke'ye getirilerek öz annesi Amine ve dedesi Abdülmuttalib'e teslim edilen
Hz. Muhammed, altı yaşına kadar annesi Amine'nin yanında
kaldı. Bu sıralarda Amine, Hz. Peygamber'i de yanına alarak
Medine'deki akrabalarını ziyarete gitmişti. Bu vesile ile,
altı yıl kadar önce Medine'de ölen eşinin kabrini de ziyaret
etmiş olacaktı. Bir ay süren bir misafirlikten sonra Mekke'ye
dönerken henüz Medine'den pek fazla uzaklaşmadan Ebvâ denilen köyde
Âmine aniden rahatsızlandı ve vefat etti; oraya da defnedildi.
Artık hem yetim, hem de öksüz kalan çocuğu bu yolculukta
kendilerine refakat eden dadı Ümmü Eymen Mekke'ye getirip dedesi
Abdülmuttalib'e teslim etti. Yaşlı dede, kalben büyük bir muhabbet
beslediği bu yavruyu sevgi ve rahmetle iki yıl bağrına
bastı. Abdülmuttalib'in temsil ettiği Hâşimoğullarının
Mekke'deki itibârı ile Abdülmuttalib'in şahsî özellik, kabiliyet
ve ahlâki faziletleri ve özellikle bir zamanlar yeri kaybolan kutsal Zemzem
suyunu olgunluk devrelerinden tekrar bulup çıkarmış olması,
onun Mekke'de kendisine son derece saygı duyulan, sözüne itibâr ve
itâat edilen bir reis hâline gelmesini sağlamıştı. Abdülmuttalib,
Kâbe duvarına bitişik olarak sırf kendisine mahsus serilen
minderde ve Mekke idare meclisi hüviyetini taşıyan Dâru'n-Nedve'de
Mekke halkının çeşitli problemlerini dinler ve çözüm yolları
arardı. Dedesi Abdülmuttalib'in yanından hiç ayrılmayan küçük
Muhammed, Dâru'n-Nedve'de yapılan idareye ve çeşitli problemlere ait
müzâkerelerde de dedesinin yanında bulunuyor ve daha o
yaşlarından itibaren zulmün hâkim olduğu Mekke toplumunda
ortaya çıkan problemleri, insanların dinî, idârî, iktisadî, ilmî,
ictimâî yönlerden nasıl bir bataklığın içinde
bulunduklarını yakından görüp idrâk ediyordu.
Hz. Peygamber sekiz yaşına geldiği zaman Abdülmuttalib
seksen iki yaşına erişmişti ve yaşlı bünye, uğradığı
hastalıklara tahammül edemeyerek bu dünyadan ayrıldı. Abdülmuttalib
vefatından önce sevgili torununu oğulları arasında, Hz.
Muhammed'in babası Abdullah'la ana-baba bir kardeş olan Ebû Talib'e
teslim etmişti. Artık Hz. Muhammed sekiz yaşından
yirmibeş yaşına kadar amcası Ebu Talib'in yanında
kalmıştır.
Gelecekte peygamber olacağı hakkında ne
kendisinin ne de çevresinin kesin bir bilgisi olmadığından, tâbiîdir
ki Hz. Peygamber'in bu devrelerdeki hayatı hakkında fazla bilgimiz
yoktur. Ancak sadece Hz. Peygamber'i değil, aynı zamanda diğer
Mekkelileri de ilgilendiren bazı olaylarda Hz. Peygamber'in
aldığı yer ve oynadığı rol,
kaynaklarımızda tespit edilmiştir. Bu devreye ait mevcut bilgiler
arasında şüphesiz önemli olanlarından birisi, Hz. Peygamber'in
Râhib Bahîrâ ile karşılaşması meselesidir. Hz. Peygamber
on iki yaşlarında iken amcası Ebû Tâlib ile birlikte Şam'a
doğru yol alan ticarî bir kervana katılmış ve kafile
Şam yakınlarında Busrâ adlı bir mevkide mola verdiği
zaman buradaki manastırda bulunan Bahirâ adlı râhib, İslâm
kaynaklarına göre Hz. Peygamber'deki özelliklere bakarak O'nun ileride çıkması
beklenilen son peygamber olabileceği kanâatine varmıştı. Müsteşrikler
bu olayı kendi yanlı bakış açıları ile ele alarak
İslâm'ın doğuşunda Hristiyan rûhiyâtının
etkileri olduğunu, Râhib Bahîrâ'nın dinî telkinlerinin tesirinde
kalan Hz. Muhammed'in bu dinî şuuru geliştirerek ileride İslâm'ı
ortaya attığını iddia ederlerse de, İslâmiyet'in
temelini oluşturan tevhid akidesi ile Hristiyanlığın temeli
olan teslis * inancının aslâ bağdaşamaz bir karakterde
oluşu, İslâm'ın Hristiyanlık'da mevcut teslis düşüncesini
şirk olarak kabul etmesi, bu iddiânın ne derece asılsız ve
gülünç olduğunun en açık delillerindendir (geniş bilgi için
bkz. Bahîrâ maddesi).
Hz. Peygamber, bu ilk seferin ardından daha sonraki
yıllarda diğer amcaları ile birlikte Mekke. dışına
yapılan bazı ticari seferlere katılmış, muhtelif bölgelerde
yaşayan insanların farklılık arzeden dinleri, örf ve
âdetleri, hal ve vaziyetleri hakkında bilgi sahibi olmuştur.
Peygamber Efendimizin daha sonraları İslâm'ı tebliğ ederken
bu bilgilerinden istifade etmesi tabiî olduğuna göre cereyan eden bu
olayları da O'nun peygamberliğe ilmen hazırlanması olarak
değerlendirmek gerekir.
Cenâb-ı Hakk'ın kontrol ve murâkabesi, müstakbel
peygamberi rûhen de davete hazırlıyor ve cahiliye döneminin her
türlü şirk ve sapıklığından, kötülük ve ahlâksızlığından
uzak tutuyordu. Mekkelilerin dinî bir âyini ve bayramı olan Büvâne'ye
çocukluk yıllarında amca ve halalarının zorlamaları
ile götürülen Hz. Muhammed, âdet üzere diğer akrabalarının
yaptığı şekilde burada hazır bulundurulan bir puta
tapmak içiri sıraya girdiğinde, henüz kendisine sıra gelmeden
ilâhi bir ikaz ile puta tapmaktan alıkonulmuş ve olayın
haşyeti içerisinde Hz. Peygamber kısa bir baygınlık geçirmişti.
Bu olaydan sonra artık akrabaları O'na putlara tapmak için her hangi
bir ısrarda bulunmadılar. Tabîidir ki Peygamber Efendimiz çocukluk yıllarından
itibâren hayatı boyunca aslâ hiç bir puta tapmadığı gibi,
onlar adına kurban kesmemiş, putlar adına kesilen
hayvanların etini yememiş, onlar adına yemin etmemiş, hatta
onların adını dahi ağzına almaktan
hoşlanmadığını belirtmişti.
Geçim sıkıntısı çeken amcası Ebû
Tâlib'e yardımcı olmak için gençlik yıllarında
Mekkelilere ücretle çobanlık yapan Hz. Muhammed, çobanlığı
sırasında Mekke'nin dağdağalı, debdebeli, şirkin hâkim
olduğu havasından uzaklaşarak tabiatla karşı
karşıya gelmiş, bu anlarda muhakeme ve idrâk gücü gelişerek
herşeyin yaratıcısı olan Cenab-ı Allah'ın
varlığı ve birliğini, O'na eşler koşmanın
sapıklık olduğunu iyice kavramış,
karşılaştığı bir takım sıkıntı
ve meşakkatler O'nu rûhen olgunlaştırmıştı.
Çobanlık yaptığı günlerden birisinde sürüsünü bir
çoban arkadaşına emanet ederek Mekke'de tertiplenen gece
eğlencelerini seyretmek için kırdan şehire inen Hz. Peygamber,
eğlence yerine gelip oturur oturmaz Cenâb-ı Hakk'ın kendisine
verdiği bir uyku ile, içkilerin içildiği, oyunların
oynandığı, ahlâksızlıkların
yapıldığı bu işret âlemini seyretmekten dahi alıkonulmuştu.
Bir başka sefer yine böyle bir eğlenceyi seyretme arzusu aynı
şekilde engellenmiş; artık bir daha da Hz. Peygamber böyle bir
şeye teşebbüs etmemiş, istek de duymamıştı.
Hz. Peygamber yirmi yaşlarında iken Mekkeliler ile
Hevâzin kabilesi arasında Ficâr Harbi vukû buldu. Aslında
savaşabilecek bir yaşta ve güçte olmasına rağmen Hz.
Peygamber bu harpte sadece savaş alanının gerisine düşen
okları toplayıp amcalarına vermekle yetinmişti. Böylece
genellikle cephe gerisinde bulunmasına rağmen bu olayın O'nda
harp taktik ve teknikleri, sevk ve komuta gibi konularda tecrübeler oluşturduğu
bir gerçektir. Peygamberliğinden sonra dahi
hatırladığı zaman bir üye olarak katılmaktan
şeref ve iftihar duyduğunu açıkça belirttiği Hılfü'l-Fudûl
ise hemen bu savaştan sonra gerçekleşmişti. Bu vesile ile Hz.
Peygamber, cemiyet meselelerini yakînen tanımış, câhiliye
toplumunda güçlünün güçsüzü nasıl ezdiğini, güç ve kuvvet
karşısında zâlimlerin nasıl eriyip titrediğini
örnekleriyle görmüştü.
Yirmibeş yaşında bizzat kendisinin idare
ettiği bir ticaret kervanı Hz. Muhammed'i Hz. Hatice ile
karşılaştırdı ve aralarında gerçekleşen
evlilik, Hz. Muhammed'in amcası Ebû Tâlib'in yanından
ayrılıp yeni bir aile yuvası kurmasını
sağladı. Hz. Peygamber'in bu evlilik dolayısıyla Hz.
Hatice'den altı çocuğu olmuştu. Bunlardan dördü kız olup
Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Külsüm ve Fâtıma adlarını
almışlardı. Bunların dördü de babalarının
peygamberliğine erişmişler ve O'na iman ederek hicret
etmişlerdir. Oğulları ise Kasım ve Abdullah adını
taşıyordu. Hz. Peygamber'in ilk oğlunun adı Kasım
olduğu için kendisine Ebû'l-Kâsım künyesi verilmişti.
Bazı kaynaklar bunlardan başka Hz. Peygamber'in Tayyib ve Tâhir adında
iki oğlu daha olduğunu zikrederken, diğer bazı kaynaklar bu
son iki ismin Abdullah'ın lâkabı olduğunu belirtmişlerdir.
Hicretten sonra doğan oğlu İbrahim ise Mısırlı câriye
Mâriye'dendir. Hz. Peygamber'in bütün erkek çocukları henüz küçük
yaşlarda vefat etmişlerdi.
Hz. Hatice ile evliliğinden sonra Peygamber Efendimiz
ailenin geçimini ticaret yoluyla sağlamaya çalışmış,
bazan ortaklık yoluyla, bazan müstakil olarak ticaret yapmıştı
Hz. Muhammed, bu ticarî muamelelerindeki dürüstlüğü, doğru sözlülüğü,
ahde vefası, âdil ve âlicenâb davranışları, herkes
hakkında iyimser davranıp elinden gelen iyilik ve yardımı
yapması, yoksulun, muhtacın elinden tutması,
yakınlarına ve akrabalarına karşı gösterdiği ilgi,
ahlâkî olgunluk ve rûhî üstünlükleri ile derhal temâyüz etmiş,
çevrede herkesin güvenip itibar ettiği, sayıp sevdiği bir
kişi hâline gelmişti. Bu sebeple Mekkeliler kendisine "el-Emîn
= güvenilir kişi" lâkabını vermişlerdi.
Hz. Peygamber'in otuz beş yaşında iken meydana
gelen Kâbe tâmiri olayı ve bu olay sırasında
el-Haceru'l-Esved'in* yerine konması meselesinde Mekke sülâleleri arasında
çıkan ve kanlı bir çatışmaya dönüşme temâyülü
gösteren anlaşmazlığı herkesi memnun edecek bir tarzda ve
âdil bir şekilde çözmesi, O'na duyulan güveni daha da artırmıştı.
Allah'ın mukaddes evi Kâbe'nin tâmiri dolayısıyla
herkeste olduğu gibi Hz. Muhammed'de de dinî duygu ve heyecanlar şüphesiz
harekete geçmiştir. Bu sebeple O'nda bu yıllardan itibâren Rabbi ile
başbaşa kalma arzusu görülür. Bir de buna toplum içinde işlenen
haksızlıklar, zulümler, ahlâksızlıklar, din adına icrâ
edilen sapıklık ve akılsızlıklar eklenecek olursa, Hz.
Muhammed'in böylesi câhilî bir toplumdan kendisini uzak tutarak yalnız,
sessiz, sakin bir mağarada bir süre uzlete çekilmesinin sebebi daha iyi
anlaşılır. Artık otuz beş yaşından itibâren
Hz. Peygamber, belli zamanlarda özellikle Ramazan ayı boyunca Mekke'den
uzaklaşıyor, uzlet yeri olarak kendisine seçtiği Hıra
dağındaki bir mağarada günlerini geçirerek Cenâb-ı
Hakk'ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini,
O'nun gücü karşısında mahlûkatın aczini ve
zayıflığını düşünüyor; Rab Teâlâ'nın
insanlara sonsuz nimetlerini, buna karşı insanoğlunun nankörlüğünü,
onların dinî, siyasî, ictimâı, ahlâkî vs. yönlerden içerisine
düştükleri kötü durumları hatırlıyordu. İşte
bu uzlet,günleri Hz. Peygamber'i rûhi, ahlâkî bir olgunluğa götürdüğü
gibi tefekkür ve istidlâl melekelerini geliştirerek aklî ve ilmî bir
yüceliğe de eriştirdi.
Peygamberliği ve Mekke Dönemi:
Böylece kendisine verilecek ilâhî risâlet görevini
üstlenebilecek bir seviye ve vasata geldiği bir sırada, kırk
yaşında iken yine böyle bir uzlet anında Hıra
mağarasında, Cenâb-ı Hakk'ın peygamberlere vahiy getirmekle
görevli meleği Cebrâil (a.s), O'na ilk vahyi, Alak Sûresi'nin ilk beş
âyetini getirdi. Artık Allah'ın Rasûlü, insanları hak din olan
İslâm'a çağırmakla görevli idi. O, bu görevine ailesi halkından
ve hak davaya gönül verebilecek yakın arkadaşlarından, gerçeği
kabul edebilecek kabiliyetde olan, fıtratı bozulmamış, düşünme
istidadı körelmemiş kişilerden başladı. İlk önce
O'nu sevgili eşi Hz. Hatice tasdik etti. Erkeklerden Hz. Ebûbekir,
çocuklardan Hz. Afi, âzadlı kölelerden Zeyd b. Hârise kendisine ilk
iman eden kimselerdi. Ardından Hz. Ebûbekir'in de aracılığıyla
Hz. Osman, Abdurralıman b. Avf, Zübeyr b. el-Avvâm, Talha b. Ubeydullah,
Sa'd b. Ebî Vakkâs, Ebû Ubeyde b. el-Cerrah, Sa'id b. Zeyd, Abdullah b.
Mes'ûd gibi şahsiyetler müslüman oldular. Hz. Peygamber ilk üç yıl
davetini gizli sürdürdü. Yalnız bu gizlilik, İslâm'ın
esasları ve prensipleri açısından değildi. İslâm, sır
perdeleri arkasında, gizli saklı, esrarengiz ve gizemli,
anlaşılmaz bir takım düşünceler ve doktrinler ihtiva eden
bir din değildi. Onun esasları gayet açık, net,
anlaşılır, sâde, arı duru olup akıl ve
mantığa da uygun idi. Aynı şekilde bu gizlilik, İslâm'ın
sadece belli bir zümreye has bir grup dini oluşundan da değildi.
Aksine İslâmiyet cihanşümûl bir din olup bütün bir beşeriyetin
hidayet ve saâdetini hedeflemişti. Ancak Hz. Peygamber'in ilk üç yıl
davetini gizli sürdürmesi, çevredeki insanların İslâm'a karşı
takındıkları düşmanca tavırdan, inanç ve ibadet
hürriyeti tanımayacak kadar insafsız ve bağnaz
oluşlarından kaynaklanıyordu. Müslüman olanların
mallarına ve canlarına bir zarar gelmemesi, filizlenmekte olan
İslâm davâsına acımasız bir balta vurulmaması açısından
gizli davete gerek duyulmuştu. Bu safhada Hz. Peygamber faâliyetini
genellikle davet merkezi edindiği Dâru'l-Erkam'dan yürütmüştür.
Burası ilk iman edenlerden el-Erkam b. Ebi'l-Erkam'ın* Kâbe karşısında
Safâ tepesi yamaçlarındaki evi idi. İlk müslümanlardan bir çoğu
İslâm'ı burada kabul etmişler, Hz. Peygamber'in eğitimine
burada mazhar olarak İslâm'ın eşsiz esaslarını
ruhlarına ve hayatlarına burada nakşetmişlerdi. Hz.
Peygamber burada İslâm davâsına gönül bağlayarak
mallarını ve canlarını bu hak davâ uğrunda fedâdan
çekinmeyen sâdık, vefâlı ve ihlâslı bir kadroyu
oluşturmakla meşgûldü. O, biliyordu ki böyle bir kadro olmaksızın
İslâm davâsının ortaya çıkıp yayılması mümkün
değildir. Bu bakımdan Hz. Peygamber'in bu devredeki icraatı
ashabını birbirine kenetlendirmiş ve aralarında mükemmel
bir bağlılık oluşturmuştu.
İşte Hz. Peygamber İslâm davâsı
etrafında böyle bir kadro oluşturduktan sonra peygamberliğin dördüncü
yılından itibâren İslâm'ı açık açık
tebliğ etmeye başladı. Kureyş müşriklerinin İslâm'ı
engellemek için başvurdukları çok çeşitli çareler, Hz.
Peygamber'e ve İslâma samimiyetle bağlı kadro elemanlarına
engel olamıyordu. Bu arada Mekke müşrikleri özellikle korunmasız
müslümanlara insaf ve vicdana sığmayan eziyet ve işkencelerde
bulundular. Bu işkenceler karşısında Hz. Peygamber, isteyen
müslümanların Habeşistan'a gidebileceklerini belirtip hicret izni
verince, nübüvvetin beş ve altıncı yıllarında müslümanlardan
birer grup I. ve II. Habeş hicretlerini gerçekleştirdiler. Mekkeli müslümanların
böylece Mekke hâricine İslâm'ı taşımaları, müşriklerin
hınç ve kinini artırmıştı. Ama Cenâb-ı
Hakk'ın yardım ve inâyeti sebebiyledir ki İslâm'a gösterilen
bu düşmanlıklar bile hak dinin yayılmasına
yardımcı oluyordu. Meselâ azılı müşriklerden Ebû
Cehil'in bizzat Hz. Peygamber'e yaptığı sözlü ve fiili bir sataşma,
Kureyş arasında şahsiyeti ve kuvvetiyle büyük bir itibâra
sahip olan Hz. Hamza'nın müslüman olmasını sağladı.
Ardından Mekke idare meclisi Dâru'n-Nedve'de alınan Hz. Peygamber'i
öldürme kararını uygulamak için harekete geçen güçlü
şahsiyet Ömer b. el-Hattâb, Hz. Peygamber'i öldürmek üzere O'nu
ararken aslında ayakları onu hidâyete sevkediyor ve Ömer'in gücü
İslâm saflarına yeni bir heyecan ve şevk katıyordu. Arka
arkaya Hz. Hamza'nın ve Hz. Ömer'in müslüman olmaları, Kureyş
müşriklerinin gözünü bir süre yıldırmış,
artık müstümanlara dokunamaz olmuşlardı. İşte bunu
izleyen günlerde Habeş muhâcirlerinden bir kısmı Mekke'ye geri
döndü. Ancak bu sırada müşrikler yeniden şiddete
başlayıp, cehâlet ve bağnazlıkla
bağlandıkları ata dinlerini, zulme dayalı olduğu için
İslâm'ın ortadan kaldıracağı şahsî çıkar
ve menfaatlerini, bâtıl tahakküm ve zorbalıklarını
kurtarabilmek için akıl almaz çarelere başvurmuşlardı. Bu
türden olmak üzere hem müslümanlar, hem de müslümanları koruyan Hâşimoğulları,
peygamberliğin yedinci senesi ile onuncu senesi arasında tam üç yıl
devam eden bir boykot ve muhâsaraya marûz kaldılar. Mekkeliler ne müslümanlarla,
ne de onları koruyan Hâşimoğulları ile hiç bir
münâsebette bulunmayacaklarına, her türlü ilişkiyi keseceklerine,
onlarla hiç bir şekilde alış-verişte
bulunmayacaklarına, oturup kalkmayacaklarına, kız alıp
vermeyeceklerine dair bir karar almış, bu karan yazdıklan
sahifeyi Kâbe'nin iç duvarına asarak dinî bir hüviyet de vermişlerdi.
Bu karara muhâlefet eden, hem vatana, hem de dine ihânet etmiş
sayılacak ve en ağır şekilde
cezalandırılacaktı. Mekkeliler tarafından üç yıl süreyle
ve titizlikle uygulanan bu karar, elbette müslümanlara sıkıntılı,
güç günler yaşatmıştır. Peygamberliğin onuncu
yılında bu karar iptal edilip boykot ve muhâsara kaldırıldığı
vakit müslümanlar pek ziyade sevinme imkânı bulamadılar. Çünkü
çok geçmeden Hz. Peygamber iki büyük yakınını, amcası Ebû
Tâlib'i ve eşi Hz. Hatice'yi üç gün arayla ardı ardına
kaybetti. Rasulullâh'ın üiüntüsüne müslümanlar da katıldılar
ve bu seneye Hüzün yılı* adını verdiler. Özellikle Ebû
Talib'in vefatı, Hz. Peygamber'in Mekke'de İslâm'ı tebliğ
etmesini bir hayli güçleştirdi. Çünkü Ebû Tâlib'in sağlığında
Mekkeliler Ona hürmet duydukları için himayesine aldığı
yeğenine dokunmuyorlardı. Şimdi bu himaye ortadan
kalktığı için Hz. Peygamber her yerde sataşma ve
engellemelerle karşılaşıyordu. Böyle bir ortamda İslâm'ı
tebliğ etmek âdeta imkânsız hâle geldiğinden Hz. Peygamber,
İslâm'ı kabullenecek yeni bir kitle aramaya başladı. Bu
sebeple de azadlı kölesi Zeyd b. Hârise ile birlikte bir gün gizlice
Tâif'e gitti. Ancak dolaylı akrabalarından olan reislerinden gördüğü
alaylı ve acımasız muâmele Hz. Muhammed'in derhal Mekke'ye geri
dönmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber şehirden gizlice çıkmıştı.
Şayet bu durum Mekkelilerce öğrenilmişse onun gidişi ülke
dışına kaçma olarak değerlendirilebilir ve kendisi siyâsi
suçlu sayılabilirdi. Bu düşüncelerle Hz. Peygamber şehre ancak
bir emân ve himâye altında girmek gerektiğine kanâat getirerek müşriklerin
ileri gelenlerinden Mut'ım b. Adî'nin himâyesini sağladı ve
onun koruması altında şehre girdi.
Yıllar boyu Mekkelilerin İslâm'a karşı gösterdiği
kin; düşmanlık ve engellemeler, üç yıl süreyle devam eden ve
insafsızca uygulanan toplumdan dışlanma ve muhâsara olayı,
ardından Ebû Tâlib'in ve Hz. Hatice'nin vefatları
dolayısıyla Hz. Peygamber'in himayesiz kalması ve Mekkelilerin
sataşmalarına mâruz kalması, bunu tâkiben de Tâif halkının
horlayıcı tavn, her ne kadar Allah Rasûlünün ümit ve azmini kıramamış,
davet şevk ve iştiyakını azaltamamış ise de,
şüphesiz bir beşer olarak O'nu üzmüş ve rencide etmişti.
İşte böyle bir durumda Hz. Peygamber'i sevindirecek ve Kur'an'dan
sonra en büyük mûcizelerinden biri olan bir mucize meydana geldi. Cenâb-ı
Hak, Rasûlünü teselli etmek, bunca gördüğü düşmanlıklara
rağmen gösterdiği sabır ve sebat dolayısıyla O'nu
taltif edip lütuf ve ikramda bulunmak üzere katına çağırdı
ve Hz. Peygamber'in İsrâ ve Mirâc mûcizesi gerçekleşti. Bir gece
vakti Hz. Peygamber, bir an ifade edilebilecek çok kısa bir zaman dilimi içinde
önce Mekke'den Kudüs'e gitti. Oradan da göklere yükselerek Rabbinin huzuruna
çıktı; dünya ötesi âlemi, Cennet ve Cehennem'i müşahede etti.
Böylece rûhen takviye görmüş, Rabbi tarafından mükâfaatlandırılmış
olarak tekrar aynı anda Mekke'ye döndü.
Bu olaydan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) İslâmî tebliğine
yine devam ediyordu. Fakat İslâm'ın kitlesi olacak zümreyi arayışı
genellikle Mekke'ye dış kabilelerden hac, umre veya ticaret gibi
maksatlarla gelen yabancılar arasında oluyordu. Önceleri bu teşebbüsü
bazen olaylı, bazen sert, nâzik, veya mütereddit, ama hep menfi bir tavırla
karşılanıyordu. Ancak nübüvvetin onbirinci senesinde Medine'nin
Hazrec kabilesinden altı kişi Akabe adı verilen yerde Hz.
Peygamber'le karşılaşıp kısa bir görüşmeden
sonra O'na iman ettiler. Bu altı Medineli, şehirlerine dönüşte
Hazrec ve Evs kabileleri arasında İslâm'ı yaydılar. Ertesi
senenin hac mevsiminde ikisi Evsli, onu Hazrecli oniki kişilik bir heyet
yine Akabe'de Hz. Peygamber'le buluşup O'na bey'at ettiler. I. Akabe
bey'atı olarak tarihlere geçen bu görüşmenin akabinde Hz. Peygamber,
İslâm kadrosunun ilk elemanlarından Mus'ab b. Umeyr'i davetçi olarak
Medine'ye gönderiyordu. Mus'ab'ın Medine'de bir yıl süreyle yaptığı
faâliyet öylesine verimli olmuştu ki İslâm'ın
bahsedilmediği ve girmediği bir ev hemen hemen
kalmamıştı ve Medineliler, Allah Rasûlünü şehirlerine
buyur edip O'nu koruma konusunda her tehlikeyi göze alacak bir kıvâma erişmişlerdi.
Peygamberliğin onüçüncü yılında Medine'den gelen daha
kalabalık bir heyet Akabe'de Hz. Peygamber'le bir gece vakti gizlice
buluşup II. Akabe Bey'atı'nı gerçekleştiriyor ve
şehirlerine göç ettiği takdirde Hz. Peygaber'i ve Mekkeli müslümanları
malları ve canlarını korudukları gibi koruyacaklarına
and içiyorlardı. İşte bu and ve karşılıklı söz
vermelere İslâm tarihinde "Akabe bey'atları * " adı
verilmiştir.
Hicret ve İslâm Devleti:
Mekkeliler bu görüşmeleri haber aldıkları
zaman başlatılan yeni baskılar, müslümanlara hicret kapılarını
açtı. Hz. Peygamber'in izni ile Ashâb-ı kirâm gruplar halinde ve
çoğunlukla gizlice şehri terkedip Medine yolunu tuttular. Artık
şehirde Hz. Peygamber ve ailesi, Hz. Ali, Hz. Ebûbekir ve ailesi ile
hicrete imkân bulamamış olanlarla yakınları veya
akrabaları tarafından hicretleri engellenmiş kimseler
kalmıştı. Müslümanların Medine'de toplanarak zinde bir güç
oluşturmaları, Mekkelileri ürküten ve korkutan bir husus olmuştu.
Bu günlerde sık sık olağanüstü toplantılar yapan müşrikler,
gizli bir celsede, karşılaşılan bu zor problemi çözme
yollarını aradılar. Yegâne kurtuluş yolu olarak Hz.
Muhammed'in öldürülmesi görüldü. Kararlaştırılan komplonun
icrâsı için hazırlıklar yapılırken Cebrâil (a.s)
vâsıtasıyla durumdan haberdâr olan Hz. Peygamber de hicret için hazırlığa
koyuldu ve hicrette kendisine yol arkadaşlığı yapacak Hz. Ebûbekir'le
önceden hazırladığı plân gereğince geceleyin Mekke'yi
terketti. Uzun ve zaman zaman tehlikeli geçen yorucu bir yolculuktan sonra 8
Rebiulevvel pazartesi günü Medine'nin banliyösü Kubâ köyüne geldiği
zaman Ensâr ve Muhâcirûn'un O'nu karşılaması son derece
heyecanlı ve içten olmuştu. Hz. Peygamber bu köy halkının
ricası üzerine burada beş gün istirahat etti ve bu kısa
istirahatı sırasında bilfiil kendisi de çalışarak bir
mescid inşâ ettirdi. Kubâ'ya gelişinin beşinci günü
sabahleyin buradan ayrılarak Medine şehrine yöneldi. Günlerden cuma
idi. Öğle vakti Rânunâ adlı mevkiye gelindiği vakit Hz.
Peygamber burada durdu; ilk cuma hutbesini îrad etti ve ardından ilk cuma
namazını kıldırdı. Sonra yoluna devam etti.
Şehirde bir bayram havası vardı. Büyük küçük herkes yollara
dökülmüş, coşkun bir tezâhürât, sevgi ve saygıyla Hz.
peygamber'i karşılıyor, şehirlerine ve evlerine buyur
ediyordu. Hz. Peygamber hiç kimsenin davetini reddetmiş olmamak ve hiç
kimseyi kırmamak için uygun bir çare buldu ve üzerinde hicret ettiği
devesi Kasvâ kendi hâline bırakıldı; devenin çöktüğü
yere en yakın evde Hz. Peygamber misafir olacaktı. Deve, şehrin
orta tarafında iki yetim çocuğa ait boş bir arsada çöktü ve
Hz. Peygamber kendisine ait hâne-i saâdetleri inşâ edilinceye kadar
buraya evi en yakın olan Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd el-Ensârî
Hazretlerinin evinde misafir kaldı.
Böylece Hz. Peygamber'in hayatında ve davet faâliyetinde
yeni bir dönem, Medine dönemi başlamış oluyordu. Medine'de Hz.
Peygamber, İslâm'a kucak açmış büyük bir kitleye kavuşmuştu;
İslâm'ın bağımsızlığı ve hâkimiyetini
ilân edeceği bir vatana da sahipti. Artık yapılacak şey, bu
vatan sathında İslâm cemâatını teşkilatlandırmak,
insanların birbirleri ile olan münâsebetlerini hak ölçüleri
içerisinde düzenlemek ve hakkın hâkimiyetini sağlayarak etrafa
yaymaktı. Bunun için de bir devlete ihtiyaç vardı. Peygamber
Efendimiz bu ihtiyacı gayet iyi bildiğinden, artık Medine'ye
hicretin ilk günlerinden itibâren O'nun davet merhaleleri arasında "devletleşme
diye adlandırdığımız safhayı gerçekleştirmek
üzere çaba sarfetti. Kuruluş günlerini yaşayan İslâm devletı'nin
idâre merkesi, htikümet binası, harp karargâhı vs. gibi çok
önemli hizmetler verecek olan Mescid'i inşâ etti. Mescide bitişik
olarak bina edilen suffa, İslâm cemâatının bütün İslâmî
meselelerde eğitildiği ve gerekli bilgilerin öğretildiği
önemli bir eğitim-öğretim müessesesi oldu. Bu sıralarda
okunmaya başlanan ezan, sadece namaz vaktinin geldiğini bildiren bir
ilân değil, aynı zamanda İslâm hâkimiyetini âleme haykıran
bir sembol ve şiâr idi. Komşu devletlerle münâsebetlerin tanzimi
için henüz hicri birinci senede ilk sınır tespiti gerçekleştirilmiş
ve bu sınırlar içerisindeki müslümanların gücünü belirleme
açısından Hz. Peygamber'in emri üzerine nüfus sayımı
yapılmıştı. Ensâr'dan bir kişi ile muhâcirûn'dan bir
kişinin bir araya getirilerek İslâm topluluğunun ikişer
ikişer kardeşleştirilmesi ameliyesi demek olan muâhât *, başka
bir çok faydaları yanısıra İslâm devleti'nin asıl
unsurunu oluşturan müslümanlar arasında tam bir kaynaşma ve
dayanışma sağlıyordu. Yine aynı senede hazırlanan
anayasa, müslümanları olduğu kadar Medine'de bulunan müşrikleri
ve Yahudileri de kapsamına alarak Hz. Peygamber'in devlet
başkanlığını bu gayri müslim azınlıklara da
kabul ettiriyor ve aynı ülkede yaşayan vatandaşlar olarak bu
insanlar İslâm'ın hakimiyet ve koruması altına
alınarak devlet açısından güvenliğin sağlanması
hedefleniyordu.
>>>>>
Antalya Tasarım Grubu